Hikmet Çetin’den yakın tarihe ışık tutacak açıklamalar: Mustafa Kemal bir devrimciydi, çok büyük işler yaptı, ama bazı yanlışlar da oldu

Eski TBMM Başkanı ve eski CHP Genel Başkanı Hikmet Çetin, 1937-38’de yaşanan Tunceli olaylarına ilişkin devletin özür dilemesi gerektiğini belirterek, “Bir şekilde bunları anlatıp özür dilenebilirdi. Mesela 1915 Ermeni olayları gibi. Cumhuriyet kurulduğu zaman, yani o günkü kadro niye bunu yapamadılar; onu da bilemiyorum. O günkü kadro çıkıp işte ‘Böyle bir şey oldu, yanlışlıklar da var işin içinde. Çok üzücü olaylarda oldu. Özür diliyoruz’ denseydi belki bu iş bu kadar büyümezdi” dedi. Dünyada Ermenistan’ı tanıyan ilk ülkenin Türkiye olduğuna vurgu yapan Çetin, Ahmet Türk başkanlığındaki HEP milletvekillerinin Paris Kongresi’ne katılmalarının CHP’de kırılma noktası olduğunu ve partinin büyük oy kaybı yaşadığını söyledi. Çetin, Türkçe’yi okulda öğrendiğini de anlattı.

CHP Genel Başkanlığı, TBMM Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı, Dışişleri Bakanlığı, NATO Afganistan kıdemli sivil temsilciliği önemli görevlerde bulunan Çetin, Artı TV’de yayınlanan, Kemal Avcı ile Siyaset Ötesi programında, yaşamına dair önemli bilgiler verdi.

“Treni ilk defa gördüm, içeri kaçtım”

1937 yılında Diyarbakır, Lice’de dünyaya gelen Hikmet Çetin, kendi anlatımı ile ilkokulu ilçede okudu. Abisinin Ankara’da çalışması nedeniyle ortaokula Ankara’da başladı. Çetin, Lice’de iyi bir eğitim alamaması nedeniyle ortaokulda kitabı heceleyerek okuduğunu anlattı. Doğumdan ilkokulu bitene kadar Lice’den başka bir yeri görmediğini ve Türkçeyi okulda öğrendiğini ifade eden Çetin, şunları söyledi:

“Ergani’den trene bindik. Hatta geceydi trenin gidişi. Peronun önüne çıkıp bekliyoruz. Tren üfleyerek geliyordu. İlk defa görüyordum. İçeri kaçtım. Sonra aldılar. Dediler ki ‘Ray var, onun üstüne çıkamaz.’ Ben üstüme geliyor zannettim. Ankara’ya öyle geldim. Abimler 1,5 odalı bir evde oturuyordu. Çalışma masası da yoktu. Yatak üzerinde çalışıyordum. Birinci karne aldım, 4 veya 5 zayıf vardı. İkinci karne aldım daha da arttı. Ben üçüncü karnede artık hecelemeyi bıraktım, okumaya başlamıştım.”

“Türkçe’yi okulda öğrendim”

Çetin, “Kürtçe konuşabiliyor musunuz?” sorusuna karşılık, şunları söyledi:

“Günlük konuşabiliyorum. Türkçeyi okulda öğrendim aslında. Disiplinli bir abim var. Israrla ‘Babama ne diyeceğim?’ diyordu. ‘İkmale kal hiç değilse…’ falan diye. Ben de 12 yaşındayım. Gelmişim ve bir daha dönmeyeceğim bir durumdayım. Kalarak değil de hiç değilse ikmale kalarak… Üçüncü karnede çok çalıştım. Gece sabahlara kadar çalışıyordum. Hedefim şu; gideyim, bir daha gelmeyeyim. Okulun arka bahçesinde bir boy yükseklikte balkon vardı. Hüseyin bey diye çok iri yarı bir adam vardı. Aradan 75 sene geçmiş, ismini unutmamışım. Hüseyin bey tek tek okuyor. ‘Ahmet kaldın, geçtin; ikmal.’ Beni herkes biliyor, artık tanımışlardı beni. ‘Bu tembel öğrenci okuyamıyor’ diye. Bir baktım hoca bana bir baktı. ‘Geçti’ kelimesini söyleyince abim gelmesin diye kalenin önünde koşarak, kan ter içinde eve gittim. Abim daha gelmemişti. Yengem ‘İkmale kaldın mı?’ dedi. Herkes öyle düşünüyor. Geçtim deyince yengem hayret içinde kaldı. Ankara’ya geldim sinema nedir bilmiyorum, zeytinyağından haberim yok, limon diye bir şey bilmiyorum. Abim gelince ‘Ne yaptın?’ dedi. Çok disiplinli bir abimdi. Karneyi önüne attım. Geçtiğimi görünce gözünden yaş geldi.

“Aklımda mülkiye, siyasal vardı”

Liseyi bitirdim. O sırada da birçok okula sınavsız giriliyor. Hukuk sınavsız, Dil Tarih sınavsız. Ankara’daki üniversitelerde veya fakültelerde 3 imkan vardı. Mülkiye, Tıp Fakültesi ve Ziraat Fakültesi. Üçüne de girdim ben. O zamanki sınavlar soru-cevap şeklindeydi. Üçünü de kazandım. Abimin hedefi Tıp. Ziraat Fakültesini burslu kazanmıştım. Benim liseden sınıf arkadaşım Yavuz Geredelioğlu vardı. O dedi ki, ‘Ben burslu olsam okuyamam.’ O birinci yedekti. Ben onun girmesi için vazgeçtim. Benim aklımda hep Mülkiye var, siyasal bilgiler var. Siyasete ilgim vardı. Çok yakından takip etmeye başlamıştım lise yıllarımda. Kazada gördüğün en büyük şey Kaymakam, vilayette en büyük şey Vali.

Aktif siyasete girişi

Siyasete çocukluktan ilgi duyuyordum. Siyasete girişim şöyle oldu: Bize hoş geldin demek için, Turhan Feyzioğlu o meşhur son cümleyi kullandı: ‘Hayatta nabza göre şerbet veren bilim adamı olmayın, üniversiteli olmayın’ dedi. O zaman bir kanun vardı. Bakanlık emrine aldılar hemen. Bakanlık emrine alınca da birçok üniversite hocaları beraber istifa etti, bizden ve hukuktan. Muammer Aksoy, Aydın Yalçın, Münci Kapani, Şerif Mardin, Coşkun Kırca… Bunlar hepsi o zaman bir form dergisi çıkarıyordu bu grup. Hepsi istifa ettiler. Sonra da boykot başlattık. Boykotta da öyle bir rast geldi ki, bizim yukarı sınıflar. Sonradan benim çok iyi arkadaşım olan Yalçın Küçük. Biz aynı sınıftanız. ‘Kapıda durun ve kimseyi sokmayın’ dediler. Ani bir şey oldu. Son sınıftaki öğrenciler, ‘Siz kapıda durun’ dediler. Bir hafta kadar boykot yaptık.

“Feyzioğlu çağırdı”

O sırada İsmet İnönü, Turhan Feyzioğlu’nu beğenip Parti Meclisi’ne aldı. Bizim Sami Sönmez diye bir sınıf arkadaşımız vardı. Sonradan çok yakın arkadaş olduk. Valilik yaptık birkaç yerde. Bana bir gün, ‘Turhan Feyzioğlu seninle görüşmek istiyor’ dedi. Ne görüşecek, adamı tanımıyorum ki dedim. Bir hafta geçti. Sonra, ‘Gitmedin mi? dedi. Nereye gideceğim, niye gideyim; adamı tanımıyorum ki dedim. Adresi verdi, ‘Git’ dedi. Ben de Dikimevi’nden otobüse bindim, adres Bahçelievler’di. Gittim. İlk defa yakından görüyorum Turhan hocayı. Öğle yemeğiydi hatta. Yemek yedim dedim. Yemiştim gerçekten. Dedi ki, ‘İsmet Paşa’nın benden bir ricası oldu. Merkez gençlik kollarını yeniden düzenlemek için benden rica etti. Onu yapacağım. Benim bildiğim ancak üniversite öğrencileri bu işi yapabilir. Çünkü ondan sonra hayat başlıyor. Onun için üniversite gençliğinden bir heyet kuracağız. Seni de düşünüyoruz’ dedi. Efendim ben daha yeni derslere başladım, derslere daha şey yapmadım, dedim. Benim aile CHP’liydi. İlçede babam hepsi CHP’liydi. O dönem yanında okuduğum abim Demokrat Parti’ye oy verdi. CHP’den bıkkınlık gelmişti, Demokrat Parti’ye oy verdi. Aradan zaman, git-gel oldu. Yine beni çağırdı, dışarda beraber yemek yedik. ‘Yönetimi kurduk. Sen gençlik kollarında genel sekreter olacaksın. Allah rahmet eylesin, sonra senatör oldu. Dr. Ergun Ertem başkan olacak, sen de genel sekreter olacaksın’ dedi. Öyle başladım.

Ecevit, milletvekili adaylığı teklif etti

Mezun olduğumuz yıl ihtilal de olmuştu. Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştu. Sınav yapılıyordu o sıra. Bizim sınıf tam o sıraya rastladığı için Planlama Teşkilatı’nın sınavına girdim, uzman yardımcısı olarak kazandım. Ben devleti oradan öğrendim. O ara planlama beni yurt dışına gönderdi, Amerika’da kalkınma ekonomisi üzerine master yaptım. Çok zevkle çalıştığım bir yerdi. Şöyle bir tesadüf oldu, 1977 yılında benim uzmanlarımdan biri Sevil Korol. O da mülkiye mensubuydu. Onun milletvekili olacağı artık belliydi. Araştırma bürosuna gidip geliyordu. Ben de göz yumuyordum.

Seçmen listelerin son günü. Ben de İstanbul’da Tarabya otelinde bir konferansa konuşmacı olarak gideceğim. Telefonlar geldi, gelen gidenler oldu, oyalandım. Artık pardösümü aldım, gidiyorum. Merdiven başında Surre hanım diye sekreterim vardı. Dedi ki, ‘Telefon…’ Kızım, uçağı kaçırırım dedim. ‘Bülent Ecevit arıyor’ dedi. Allah, Allah… Ben zannettim ki Sevil hanımı soracak. Tanışıyorduk kendisi ile 1957 seçimlerinde. Onu soracak zannettim. Gittim, doğrudan doğruya kendisi; sekreter falan da değil. ‘Kazanacağınız bir yerden aday olmanızı istiyorum’ dedi. ‘Efendim hiç hazırlığım yok, hiçbir şeyim yok. Ben burada size daha çok yardımcı olurum. Planlamada önemli görevler yapıyorum, yardımcı olacağım diye…’ Hatta dedim ki, benim ödeyecek param bile yok. ‘Ben veririm, sonra siz bana ödersiniz’ dedi. Öyle yığıldım kaldım orada. Aklımda kesinlikle yoktu, hiç aklı hayalimden geçirmiyordum. Hiçbir şekilde düşünmüyordum. Daha sonraki yıllar olabilirdi. Onlar iktidara gelirlerse ben yardımcı olurum, burada daha yararlı olurum diye…”

“7 HEP’linin Paris Kürt Konferansı’na katılması kırılma noktası oldu”

CHP’de önemli görevler üstlendikten sonra Parlamentoya 1977 yılında giren ve grup başkan vekilliği yapan Çetin, 1980 darbesi ile CHP’nin kapatılması sonrası siyasete SHP ile devam etti. Solu birleştirme amacıyla Erdal İnönü’nün genel başkanlığında partide kendisinin de görev aldığını anlatan Çetin, Ahmet Türk’ün başkanlığındaki 7 milletvekilinin Paris Kürt Konferansı’na katılması ve Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kurulması sürecinin siyasette dönüm noktası olduğuna dikkati çekti. Çetin, o döneme ilişkin tanıklığını şöyle aktardı:

“O ilginç bir konu. Kırılma noktasıdır çünkü. Ben Grup Başkan Vekiliyim. Ahmet Türk bana, odama geldi. Dedi ki ‘Yedi Arkadaşımıza Paris’ten bir konferansa davet geldi. Ne diyorsunuz’ dedi. Ben Grup Başkan Vekiliyim ama bir şey diyemem dedi. Erdal beye telefon ettim, gün Çarşambaydı, hiç unutmam. O zaman Deniz Baykal da Genel sekreter. Dedi ki ‘Perşembe günü Deniz beyle beraber üçümüz yemek yiyelim, bunu konuşalım’ dedi. Oturduk konuşuldu. Yararı, sakıncaları falan… Uzun tartışmalardan sonra ‘gitmesinler’ kararı verildi. Çağırdım Ahmet Türk’ü yemekten sonra, geldi. Dedim ki hem genel başkan hem genel sekreter, grup olarak üçümüz beraber karar verdik, gitmemenizin uygun olacağını düşündük, dedim. Tamam der gibi, ses çıkartmadı, gitti.”

“Deniz ve arkadaşlarına yalvardım”

Bu olay perşembe oldu. Cumartesi günü gazeteciler bana telefon ettiler, ‘7 milletvekili gidiyor’ dediler. Eyvah, dedim. Erdal beye telefon ettim, ‘Efendim maalesef arkadaşlar gittiler, dedim. Büyükelçilikten takip ettirdim, ne oldu diye. Gittiler, hiçbir konuşmaları yok; basına da bir şey söylememişler, konferansta da konuşan olmamış. Dinleyip gelmişler. Onun dışında bir şey yok. Onu tespit etmiştik. Döndüler. Biz Erdal beyle beraber konuştuk. Dedik ki efendim disiplin şeyi. Hatta grup Haysiyet Divanı’nda yapmak daha doğru olur. Bunlara bir disiplin cezası verilebilir. 6 ay gruba katılmayın vs. Fakat nedense Yüksek Haysiyet Divanı’na alındı. Şimdi o bir tarihi kırılma noktasıdır. Şöyle kırılma noktasıdır: Yüksek Disiplin Kurulu 5-4. Yani Erdal, bizim 4 üyemiz var, Deniz ve arkadaşlarının da 5. O kadar yalvardım ki, ‘Yapmayın’ diye. Erdal beyin düşüncesi şuydu: ‘Eğer bu insanlara büyük partilerde yer vermezsek etnik esasına göre parti kurulur, onun da kimseye yararı olmaz. ’Tek tek telefon ettim o beş kişiye; yapmayın, ihraç yapmayın, ne olursunuz. Fikret Üvez vardı, allah rahmet eylesin; Sinop Milletvekili. Yalvardım Fikret’e, bir kişi ayrı bıraksa olay başka türlü bitecekti. 5-4 ihraç edildi. Ertesi günü bütün il başkanlarımız ayrıldı. O bir CHP bakımından bir kırılma noktasıydı. Her şey alt üst oldu ondan sonra. İl başkanları gitti. Bizim en büyük oy tabanımız Kürtler ve Alevilerdi. Kaybettik. Yönetemediğimizden dolayı. Yani ihraç edilmeselerdi o işler olmayabilirdi. Maalesef öyle bir talihsizlik oldu.”

“Emrivaki yaptılar”

Çetin, “SHP’nin kapatılması doğru bir karar mıydı?” sorusu üzerine, şunları kaydetti:

“Benim düşüncem eğer DSP olmazsa bunun yanlış olduğunu düşünüyordum. SHP-CHP-DSP birleşmesi halinde uygun olabilirdi. Maalesef olmadı. Ve bana da emrivaki yaptılar aslında genel başkanlık bakımından. Ben yok deyince Deniz bey dedi ki ‘Biz birleşiyorduk, Hikmet kabul etmediği için olmadı diye basına beyanat vereceğim’ dedi. Emrivaki yaptılar. Kısa bir dönemdi. Ben iki partinin tabanda birleşmediğini gördüm. Onun için dedim ki, bırakın bir seçime ben gireyim, ben götüreyim bu seçimi. Eğer yüzde 29 alırsam bırakacağım. Ben yüzde 30 kendime hedef koydum. Yüzde 30 oy alacağım ve üstünü alacağım. Murat bey de Deniz bey de ‘Hayır, biz aday olacağız’ dediler. Ben aday olsam kazanabilirdim belki ama bu kadar bölünmüş bir partiye faydası olmazdı. Ben veda konuşması yaparak aday olmadım. Ondan sonra seçime gidildi ve seçimde de esas parti SHP idi. Yüzde 22 oyu vardı, yerel seçimde CHP’nin yüzde 4 oyu vardı. Milletvekili adaylarına bakın o dönem dört veya beş tane SHP’li. Hepsi CHP’den oldu. Ve 95 seçimlerinde gece yarısı yüzde 10 kusurla barajı aşabildi. O zaman 99 milletvekili çıkarabildik.”

Muhsin Yazıcıoğlu, “Size oy vereceğim” dedi

Çetin, 1997 yılında Meclis Başkanı seçilmesi sürecini de şöyle aktardı:

“Ben insanları seviyorum. Hiçbir zaman partinin etiketine bakmadan. Ben 77’de Başbakan Yardımcısıydım, Mehmet Keçeciler Konya Belediye Başkanıydı. Döviz transferi için bana geldi. Ben işini hallettim. Bana ‘Abi’ diyordu. Onlar mülkiye de benden sonraydı. Mehmet Keçeciler de öyle. ‘Partimi sormadınız’ dedi. Ben partimin bakanı değilim, ben Türkiye’nin bakanıyım. Senin de bakanınım, dedim. Böyle bir şeyim vardı. Herkesle iyi ilişkilerim vardı. ‘Deli misin’ dediler bana. ‘49 milletvekili ile Meclis Başkanı nasıl olacak’ falan diye. Arkadaşlara dedim ki, biz bunu başaracağız. Özellikle Güneydoğulu, doğulu arkadaşlar, denge yakın arkadaşlar, rahmetli Onur Kumbaracıbaşı gibi, Mehmet Moğultay gibi. ‘Başaracağız’ dediler. Nasıl başaracağız? Önder Sav, falan böyle bir şeyle ördük yani orayı. Birinci turda beşinci olduk. Kamuran İnan var, Nevzat Yalçıntaş var. Mustafa bey var, Meclis Başkanı. Ben parti liderine telefon ettim. Ben adayım, dedim. Ecevit, ‘Son ikiye kalırsak grubu serbest bırakacağım’ dedi. Öyle insanlar oylama sırasında benim yanımdan geçerken ‘Size oy vereceğim’ diye…

Muhsin Yazıcıoğlu, benim yanımdan geçerken ‘Hikmet abi size oy vereceğim’ dedi. Cemil Çiçek, ‘Size oy vereceğim’ dedi. Son turda son ikiye kaldık. Arkadaşlar, ‘Kesin başaracağız’ dediler. 375 oyla seçildik. Son turda rakibimiz Mustafa Kalemli’ydi. CHP’de Genel başkanken mesela benim genel sekreter adayım Hasan Fehmi Güneş’ti. Fakat bizim bazı arkadaşlarımız, SHP’den gelen arkadaşlar, bazıları oyu ters kullandılar. O zaman çok sevdiğim bir arkadaştı, Adnan Keskin, genel sekreter oldu. Acaba daha iyi olabilir miydi diye düşündüm.”

“Dersim olaylarında öyle mi olmalıydı?”

Çetin, “Siyasette hem ikinci adam oldunuz hem lider oldunuz. Hangisi daha zor?” sorusuna şu yanıtı verdi:

“Liderlik zor. CHP liderliği şöyle zor: Cumhuriyetin başından beri Türkiye’de olmuş iyi-kötü, yanlış-doğru, hepsinde var. Bunu böyle bütün bunlar zamanında niçin, nasıl yapıldı? Neden öyle oldu falan diye bilmeniz lazım. Çok zor bir şey bu, kolay değil. Cumhuriyetle özdeşleşmiş bir parti. İyi şeyler var, kötü şeyler var; yanlışlar var. Mustafa Kemal bir devrimciydi. Çok büyük işler de yaptı. Ama bazı yanlışlar da olmuştu. O merkezden de kaynaklanmayan yanlışlar. Mesela öyle yerlerde, mesela Dersim olaylarında… Şimdi Dersim olaylarında öyle mi olmalıydı? Öyle olmayabilirdi. Oradaki yetkili, yetkili kişinin şeyi bu. Verdiği bir karar diye. Yani baba sağken, baba dururken çocuğu asmak falan, onlar olacak şeyler değil tabii. Onların merkezden yapıldığını zannetmiyorum.

“Özür dilenebilirdi”

Bence CHP’nin sorumluluğu yok. Yani şundan dolayı yok; o zaman Başbakan da Celal Bayar zaten. 50’li yıllardı vs. Bir şekilde bunları anlatıp özür dilenebilirdi. Tıpkı şey gibi. Mesela 1915 Ermeni olayları gibi. Cumhuriyet kurulduğu zaman, yani o günkü kadro; niye bunu yapamadılar, onu da bilemiyorum. O günkü kadro çıkıp işte ‘Böyle bir şey oldu, yanlışlıklar da var işin içinde. Çok üzücü olaylarda oldu. Özür diliyoruz’ denseydi belki bu iş bu kadar büyümezdi. Yani bir özür dilemeyi yenilgi anlamına gelmezdi. Özür dilemeyi bir araç kullanılabilir. Gerektiği zaman. Yapamadık.

“En demokrat aday Erdal beydi”

Bakın ben İsmet Paşa ile de çalıştım. En demokrat adam Erdal beydi. Erdal bey, demokrasiyi kültür olarak benimsemiş. Tüm yaşamı boyunca öyle. Ben yönetimdeyken bizim Diyarbakır Merkez İlçe Başkanı, ‘Bizim genel başkanımız at gözlüdür’ diye bir ifade kullandı. Normalde ne yaparsınız, disipline verirsiniz. Bizi dinledi, ne dedi biliyor musunuz? ‘Bana söylemiş, size ne’ dedi. Ben Erdal bey gibi bütün yaşamı boyunca demokrasiyi özümsemiş, yaşamın bir parçası haline getirmiş hiç birisi. Onunla çok rahat çalıştım. Bir şey daha söyleyeyim; ben Yüksek Planlama Kurulu zamanında Demirel vardı. Demirel’le de rahat çalıştım. Ortak hükümette de rahat çalıştım. Çünkü konuları biliyordum.”

“Dünya, Afganistan’ı yalnız bıraktı”

Çetin, “Afganistan denilince aklınıza ne geliyor?” sorusunu da şöyle yanıtladı:

“Yoksulluk gelir. Kadınların insan yerine konmadığı gelir. Eğitimsizlik gelir. Ve dünyanın en zavallı, en yoksul ülkesi, insanları gelir. Çünkü Afganistan hep dışardan üstüne gelmişler. Benim yorumum Vietnam’da Amerika mağlup oldu. Amerika, Afganistan üzerinden ülkeyi işgal eden Sovyetlerden intikam aldılar. Afganistan üzerinden intikam aldılar. Afganistan’ı feda ederek Sovyetleri de orada mağlup ettiler. 1989’da Sovyetler çekildiği zaman dünya Afganistan’ı yalnız bıraktı. Kuzeyde Sovyetler gitti aşağıdan mollalar geldi. Mollalar da Vahabi, Suudi Arabistan’da bile bugün uygulanmayan bir kolu. İnanılmaz bir şekilde ve dünya bunu seyretti. 11 Eylül Amerika’ya yapılan saldırılara kadar dünya Afganistan’ı tek başına bıraktı. Talibanlar, yaktılar, yıktılar, kavga ettiler; kızları, kadınları kestiler, dünya seyretti.

“Son seçimde CHP, ne olduğu belli olmayan bir parti haline geldi”

Çetin, “CHP’nin yeni yönetimini nasıl buluyorsunuz? CHP’nin tabandaki değişim talebine cevap olabiliyor mu?” sorusuna şu yanıtı verdi:

“Son seçim kaybedilecek bir seçim değildi. Kaybedilmemesi lazımdı. Bakın o seçim kaybedildikten sonra Türkiye’nin çok daha kötüye, çok daha karmaşık bir hale geldiği açık. O seçim kazanılabilirdi. Ayrıntıya girmeyeceğim. Bazı yanlışlıklar yapıldı, o seçim kaybedildi. O seçim kazanılması gereken bir seçimdi. Hayal kırıklığı oldu. Örgütte de hayal kırıklığı oldu, herkes te hayal kırıklığı oldu. Bir değişimin olması gerekiyordu. Değişim sadece yönetimin değişmesi ile olmaz. Örgütlerin, söylemlerin… Son seçimde CHP nasıl bir partiydi? Ben kaybettim. Sosyal demokrat mı, kitle partisi mi? Ne olduğu belli olmayan parti haline geldi. Bütün ilçeleri kayboldu. Böyle bir dönemdi. Değişim gerekliydi. Ama sadece yönetim değişerek değişme olmasını beklememek lazım. Zaman alacak o. Yeniden CHP kendi kimliği ile ortaya çıkması lazım. Bizim kimlik kayboldu son seçimde. Gerek milletvekilliğinde gerek şeyde kayboldu kimlik. Çünkü bu yönetimin devam etmemesi lazımdı.

“Türki cumhuriyetlerin hepsini tanıdık”

Çetin, “Çok farklı görevlerde bulundunuz. CHP Genel başkanlığı, Meclis Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı. Bunlardan hangisini daha çok özlüyorsunuz, unutamadığınız hangisi?” sorusuna da şu yanıtı verdi:

“Dışişleri Bakanlığı. (Neden?) Kaliteli bir personeli var. Personeli çok üst düzey. Vatansever, kaliteli. Onlarla çalışmaktan büyük mutluluk duydum. Gerçekten çok yetenekli bir kurum var orada. Bozulmaya başlandı ama yine de çok şeydi… Onlarla çalışmak zevkliydi. Mesela ben diplomat değilim aslında. İlk bir toplantı yapacaktık, herkesle. 15-20 kişi. Türki Cumhuriyetleri daha resmen dağılmamış. Tanıyalım mı tanımayalım mı? Bizden önceki hükümet giderayak Azerbaycan’ı tanımış. Diğerleri duruyor. Ben ilk toplantıda şunu söyledim. Dedim ki bak, benim gibi düşünenlere benim ihtiyacım yok. Benim gibi düşünmeyenlere benim ihtiyacım var. Ben bunu söyleyince Ünal bey diye bir Genel Sekreter Yardımcısı vardı. Çok değerli bir büyükelçi. Dedi ki, ‘Efendim Ermenistan dahil herkesi, hepsini tanıyalım.’ Tanımak başka bir şey, diplomatik ilişki kurmak başka bir şey. Biz dünyada ilk ülkeyiz son dönemde. Daha resmen dağılmadan 16 Aralık 1991’de biz bütün o cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını tanıdık.

Ermenistan’ı ilk tanıyan ülke de Türkiye. Ben ondan sonra NATO’ya gittim. James Baker ABD Dışişleri Bakanıydı. ‘Siz ne yaptınız?’ dedi. Biz hepsini tanıdık, dedim. Ondan sonra Baltık ülkelerini, bir de nükleer silahlar nedeniyle Ukranya’yı ve Kazakistan’ı tanımışlardı. Biz Ermenistan dahil hepsini tanıdık.”

“Beşiktaş’a başkan olmam için ısrar edildi”

Çetin, “Sizin tutkulu Beşiktaş taraftarı olduğunuz biliniyor. Beşiktaş ve futbol sevgisi nereden geliyor?” sorusunu şöyle yanıtladı:

“Ben futbolu bilmiyordum hiç. Ne olduğunu da bilmiyordum. Ortaokula geldim, sıra arkadaşım vardı. Dedi ki ‘Ben de Anadolu’dan geldim, sen de benim gibi garibansın. Ben Beşiktaşlıyım’ dedi. Ben de Beşiktaşlı oldum orada. Abim de Galatasaraylıydı aslında. Futbol oynamış Diyarbakır’da Yıldız takımında, santra oynamış. Çok da iyi futbolcuymuş abim. Sonradan öğrenince de bana kızmış. Çünkü onun oğlunu da Beşiktaşlı yaptım ben. Yani öyle sevdim ben aslında. Bir dönem bana kulüp başkanlığı teklif edildi. (Kim teklif etti?) Sami bey. Ben, o, Süleyman Seba; üçümüz bir yemekte oturduk, dedi ki ‘Siz gidiyorsunuz, bu gelenek devam etmesi lazım. Yani güvenilir bir kişinin gelmesi lazım. Ben Hikmet beyle konuşmadım ama gidip razı edelim. Sizden sonra Hikmet bey kulüp başkanı olsun’ diye. Şartlar müsait olmadı. Şartlar uygun olsaydı olmak isterdim. Turgay Ciner o zaman Beşiktaş yönetimindeydi. Ankara’ya geldi, çok ısrar etti. ‘Süleyman abiden sonra illa sen genel başkan ol’ diye. Dedim ki, o zamanki para ile 11 milyon dolar borcu var, dedim. ‘Söz veriyorum, sıfır borçla sana teslim edeceğiz’ dedi. Meclis Başkanı seçildim, şey olmadı.

Hala seyrederim. Türkiye maçlarını azaltarak seyrediyorum. Ben İngiltere futbolunu çok seyrediyorum. Arsenal’ı beğeniyorum. Tenis maçlarını hiç kaçırmam. Ben oynadım da biraz. Tenis maçlarını Avusturalya açıktan başlayarak, Paris, Wimbledon, sonra Amerika açık o büyük slemlerde zevkle… ve Basketbol, tenis ve futbolu severek seyrediyorum.

“25-30 milyon Euro’ya satabilirler”

Beşiktaş’ın hocası iyi bir hoca. Ama yeni bundan önceki yönetime destek verdik ama çok yanlış yaptılar. Yanlış futbolcu almışlar. Çok yanlış yapmışlar. Önemli bir antrenor. En başından beri şuna taraftarım ben; kendi gençlerinden çıkarırım. Bak şimdi Semih çıktı. Böyle giderse 25-30 milyon Euro’ya satabilirler onu. Daha 18 yaşında. Keşke öyle birkaç tane daha çıkabilse.

“Notlarımı toparlamaya başladım”

Anılarımı yazmayı düşünüyorum. Çünkü bazıları bana diyor ki, ‘Bunları senle beraber öbür dünyaya götürmeye hakkın yok’ diyor. Çok önemli birikimler var, bilgiler var. Bire bir bilgiler var. O yüzden notlarımı toparlamaya başladım.”